“Yeterince İyi” Olmadığınızı mı Düşünüyorsunuz?

Herkes kendinden şüpheye düşer. Özgüvenimiz dalgalanır, kendimizden ve yapabileceklerimizden emin olamaz, yorganın altından çıkmak istemeyiz. Bazı zamanlarda içimizden bir ses “yeterince iyi” olmadığımızı söyler. Bu sesin nereden geldiğini hiç merak ediyor musunuz? Şu hayatta elinizden gelenin en iyisini yaparak, çok çalışmanıza ve defalarca denemenize rağmen bir baltaya sap olamadığınızı mı düşünüyorsunuz?  Veyahut kendinizi sürekli daha iyisini ve daha fazlasını elde etmeliydin diye yiyip bitirirken mi yakalıyorsunuz? Aşağılık sendromu, kendinden emin olamamak, potansiyelini küçümsemek… Bunların hepsi toplumda çok yaygın problemler. Kendinden en emin ve en özgüvenli gözüken kişileri bile zaman zaman pençesine alan bu duygu, kimi zaman günlerimizi mutsuz ve sefil bir biçimde geçirmemize sebep olabilir.

Bozuk aile düzeninden, özellikle narsist ve istismarcı ailelerden, mustarip hastaların terapilerinden çıkan sonuçlara baktığımızda, “yeterince iyi değilim” düşüncesinin kaynağı genellikle aynı olduğunu görüyoruz. Özgüven eksikliğinde en büyük pay sahibi olan toplumsal yapı elbette aileler. Hastaların neden böyle hissettiğini açıklamak işin kolay yanı tabii. Asıl zor olan kısım onları duygusal olarak anlayabilmek ve uzun süre maruz kaldığı kötü düşüncelerin etkisinden kurtarabilmek. Ciddi uğraş, emek ve sabır isteyen bir iyileşme süreci olan bu dönemde doğru insanlarla iletişime geçmek hastaları bir adım ileri taşırken, onları ters yöne sürükleyecek ilişkilerse terapi sürecini baltalayabiliyor ne yazık ki.  İyileşmenin ilk adımı sizin de tahmin edeceğiniz üzere hastaların zihninde başlıyor. Hayata ve kendine bakıştaki değişimin ayak sesleri önce zihinde yankılanır, daha sonraları hastanın duygusal durumu ona ayak uydurmaya başlar. Bakış açısındaki ve duygu durumundaki değişim yavaş yavaş hayata da yansır; eğer terapi başarılı bir şekilde tamamlanabilirse aşağılık hissi büyük ölçüde atlatılabilecek bir durumdur.

Peki “yeterince iyi” olmadığımız düşüncesini nasıl içselleştiririz? Bu soruyu cevaplarken küçük bir çocuğu düşünün, onların ne kadar kolay etkilenebildiğini, içinde yaşadığı dünyayı anlamaya ve öğrenmeye çalışırken dış etmenlere nasıl açık ve duyarlı olduğunu hayal edin. Onlar için en önemli şeyin ebeveynlerinin sevgisi ve alakası olduğunu unutmayın. Daha çevresindeki gündelik bir olayı bile anlamlandırmakta zorlanan küçük bir çocuğun ilk amacı ailesi tarafından ilgi ve sevgi görmektir. Aslında her çocuk için olması gereken de budur.

Şimdi bozuk aile düzenine dair birkaç örnek inceleyelim. Alkolik aileyi ele alarak başlayalım. Bu ailede büyüyen bir çocuk, bazen ailesinden çok yakın ilgi alaka görürken bazen de madde kullanımına bağlı olarak bakımı aksatılır ve ikinci plana atılır. Çocuk kendisine gösterilen ilgideki bu değişimi uzun süre anlamlandıramaz. Narsist ailede yetişen bir çocuk, ailesindeki empati ve sevgi yoksunluğunun sebebini anlayamaz.  İstismarın ya da şiddetin olduğu ailelerde çocuk, ebeveynlerinin neden böylesine kötü şekilde davrandığını tahmin bile edemez. Yine de ailesinden yeterince sevgi görmeyen çocuk, problemin farkına varır ve istediği ilgiyi elde etmek için problemi kendince “düzeltmeye” çalışır. Bu davranış bilinçli veya planlı değildir. Yine de çok erken yaşlarda başlar ve sistematik olarak ilerler. Küçük yaşlarda “Daha iyi bir çocuk olsaydım böyle olmazdı”yla başlayan bu düşünceler zinciri, “Okulda daha başarılı olsaydım, ebeveynlerim kavga etmezdi”yle devam eder ve ilerleyen yıllarda “Ailemin problemlerini dinlemeye vakit ayırırsam belki de daha huzurlu olurlar”, “Ev işlerinde yardımcı olursam belki annem bu kadar üzgün olmaz” gibi düşüncelerle halka halka uzar gider.

Çocuklar adeta sünger gibidir; çevrelerindeki olayları çok farklı açılardan, duygusal, fiziksel ve zihinsel açılardan, içlerine çeker ve durumu değerlendirirler. Eğer annesi ve babası mutluysa, kendisinin de daha mutlu olacağını ve ailenin iki üyesinden de daha fazla ilgi göreceğini çok erken yaşta keşfederler.  “Annem mutlu olduğu zaman benimle daha çok oynuyor” ya da “Babam mutluysa bize kötü davranmıyor” gibi denklemleri kurmaya meyillidirler. Sağlıklı bir duygusal gelişim için çocuklar barış, sevgi ve uyumun bir arada olduğu ortamlara ihtiyaç duyarlar. Eğer aradıkları ortam yoksa daha iyi bir çocuk olarak ortamdaki sorunları “düzeltmeye” çalışırlar ya da aykırı davranışlar sergileyerek ilgi eksikliğine çözüm ararlar. Bunları yaparken sonuç alamadıkça, ne yaparsa yapsınlar ebeveynlerinin probleminin çözülemeyeceği kanısına varırlar. Problemin çözümü, onların sorumluluğu ve kabiliyetlerinin çok dışında kalsa da bunu bilmeden problemi çözmek için uğraşmaya devam ederler. En nihayetinde daha çocuklar. Bu durumun oluşmasında, ailelerin yolunda gitmeyen şeyler için çocuklarını suçlaması da önemli bir etken.

Çocuğu suçlamak, narsist ailelerde sık görülen bir davranış tipidir. Bu tip ailelerde ebeveynler kendilerinden kaynaklı bir problem yaşasalar bile bunu çocuğun üzerinde yıkmakta hiçbir beis görmezler. Çünkü bu karakterdeki insanlar kötü giden şeyler karşısında sorumluluk alıp, yapıcı adımlar atmak yerine bütün suçu üstüne yıkabileceği kurbanlarını ararlar. Her ne kadar sağlıklı bireyler böylesi durumlarda kendilerini savunabilseler de çocuklar bu durumlarda hatayı direkt üstlenirler. “Kesin benim hatam”, “Ne yaptım da ailem beni sevmiyor?” hatta “Ben sevilmeyi hak etmiyorum”a varan olumsuz düşünceleri içselleştirirler. Bu sebeple ailelerinde miras kalan olumsuz bir düşünceyi hayat boyu omuzlarında taşırlar: “Keşke daha iyi olabilseydim.”

Problemli bir çocukluk yaşamış bireyler, mevcut mutsuzluklarının aslında çocukluk travmalarından kaynaklandığını fark etse de, çoğunlukla bu yeterli olmaz. Çocuğun büyüyüp bozuk aile düzenin farkına varması, benimsenmiş olumsuz düşüncelerin silinmesi anlamına gelmiyor yani. Bunun sebebiyse aslında her bireyin kendini yönlendirirken ailesinden gördüğü yöntemleri kullanması. Yani herhangi bir olumsuzluk karşısında birey, “Beceremedim çünkü yeterince iyi değilim” düşüncesini büyüse bile kolay kolay zihninden atamıyor. İşin bir diğer kötü tarafı, evdeki olumsuz tutum direkt çocuğa yönelik olmasa, çocuk herhangi bir şey için suçlanmasa bile bozuk aile düzeninden mustarip olabiliyor. Örneğin her konuda anlaşmazlık yaşayan bir çiftin çocuğu, “Bugün evi temizleyeceğim ve böylece bizimkiler kavga etmeyecek” diye düşünüp harekete geçtikten sonra ailesi kavga edecek başka bir şey bulduğunda çocukta “İşe yaramadı çünkü yeterince iyi değilim” ya da “sevgiye layık değilim” gibi olumsuz düşünceler yerleşiyor.

Terapilerde, “değersizim” düşüncesinin yerleştiği ve saklandığı yer bulunmaya çalışılıyor. Genellikle aile kaynaklı olan bu problem, aslında ebeveynliğin göründüğünden daha büyük bir sorumluluk olduğunu gözler önüne seriyor. Büyüme çağındaki çocuklarda benimsenecek bir olumsuz düşünce daha sonraki yıllarda kolayca silinmiyor. Silinmesi için çocukluk travmalarının çözülmesi gerekiyor.

Sadece çocukluk travmalarının varlığını kabul etmek bile hasta için oldukça büyük bir yük. Bunun sebebiyse her insanın sevgi dolu ve ilgili bir aileden geldiğine inanmak istemesi. Bozuk aile düzeninden gelen birinin gerçeği inkâr etmesi ya da bu eksikliği başka sebeplerle açıklamaya çalışması çok normal bir davranış. Çünkü böyle durumlarda suçu üstlenmek ya da bahaneler bulmak, sorunun altında yatan sebebi aramaktan ve travmayı çözmeye dair adımlar atmaktan çok daha kolaydır. Öte yandan yapılan terapileri incelersek, bu zor sürece katlanmayı göze alan hastaların neredeyse tamamının olumsuz düşüncelerinden ve ailelerinin omuzlarına yüklediği bu gereksiz ağırlıktan kurtulmayı başardığını söyleyebiliriz. Bunu başardıklarında kendilerinin her konuda noksan olmadığını, bu yanlış düşüncelerin bozuk aile düzeninin bir ürünü olduğunu anladılar ve “yeterince iyi değilim” düşüncesi bir kenara bıraktılar. Yalnız bu aşamada dikkat edilmesi gereken bir husus var o da terapiler aileye karşı öfkelenmeyi, hayıflanmayı, suçlamayı veya kin tutmayı teşvik etmez sadece ortada olan gerçekleri tüm şeffaflığıyla kabul etmeyi öğütler. Bu sayede hasta, kendisinden kaynaklanmayan sorunları fark edip, etkisiz hale getirerek, olmak istediği insana bir adım daha yaklaşırken ailesinin olumsuz etkilerinden kurtulur.

İyileşme sürecini şöyle hayal edin: sırtınızda taşımakta çok zorlandığınız ve içinde size ait olmayan bir sürü eşyanın olduğu bir heybe var. İyileştikçe heybedeki eşyaları çıkarıp sahibine teslim ediyorsunuz. “Bunu taşımama gerek yok. Bu annemin mükemmeliyetçiliği” ya da “Babamın asabiliği” diyerek taşımamanız gereken yüklerden kurtuluyorsunuz. Bu yüklerden kurtuldukça aslında kendinizin “yeterince iyi” olduğunu görüyorsunuz ve sizin de daha iyisini hak ettiğiniz kanısına varıyorsunuz. Bu konu üzerine yapılan psikoterapilerde hastalar için en önemli kırılma noktası başkalarının yükünü omuzlarında taşıdıklarını fark etmek oluyor. Bunu fark etmek onlara bir rahatlama ve özgürlük getiriyor. Düzgün bir hayata giden umut dolu bir yolun kapısını aralıyor. Siz de bu yazıyı derman bulmak için okuyorsanız, umarız ki öyledir, unutmayın sırtınızdaki heybe sizin için çok ağır. Siz de travma çözümleme konusunda destek alarak yüklerinizden birer birer arınabilir ve aslında “yeterince iyi” olduğunuzu fark edebilirsiniz.

Sevin KAYTAN

Yazar : Sevin KAYTAN

Londra Üniversitesi Ekonomi ve Finans bölümünden Üstün Başarı Programı kapsamında mezun oldu. Tüm dünyada girişimcilikle ilgili birçok araştırmada yer aldı. Şu anda ise kariyer yolculuğuna Paris'te bulunan "OECD Girişimcilik Merkezi" nde devam etmekte.

Bir yanıt yazın

Avatar

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir