Çalışanlar Neden Mutsuzlar?

Hayat mutsuz bir işle ömür tüketmek için fazlası ile kısa. Buna rağmen, kariyer yolunu özgürce inşa edebilecek birçok kişi hayatını yaptığı işe dair ilgisizlik, tatminsizlik ve bezginlik hissi ile geçiriyor. Uluslararası bir enerji firmasında genel başkan olarak görev alan “Umut” da bu kişilerden biri. Zeki, çalışkan ve iş dünyası kurallarına sadık kalarak kariyer basamaklarını tırmanmış. Oldukça dolgun bir maaşa sahip, aşık olduğu biriyle evlenmiş ve kendini çocuklarına adamış biri. Kısacası istediği her şeye sahip olmuştu ama hala mutlu değildi. Evde sürekli gergindi ve işe gidip gelmek onu eskisi gibi mutlu etmiyordu. İş yerinde şirketin uyguladığı politikalardan sıkılmış, şirketin yaşadığı tüm olumsuzlukları içinde bulunulan çeyrekte ortadan kaldırması amaçlanan ve bitmek bilmeyen değişimlere olan güveni sona ermişti. Çalışmak zorunda olduğu uzun mesailer onun için çekilmez bir hal almıştı. Kendisine vaat edilen bir sonraki maaş zammı ya da ikramiyeler eskisi kadar çekici gelmiyordu. Tüm bunlara ragmen, hala işinde yoğun mesailer geçiriyor, çok çalışmaya devam ediyordu. Onun için mücadele etmek bir alışkanlığa dönüşmüştü.

İşine dair duyduğu bağlar zayıfladığı için başkalarını suçluyordu. Yönetim ekibinin işlerin günlük takibini yapamadığına inanıyordu. Şirket yönetiminin aldığı kötü kararlar, şirketin stratejisi, liderlik ile ilgili vizyon eksikliği olarak nitelendirdiği şeyler hakkında arkadaşlarına ve meslektaşlarına yakınıyordu. Ona göre kendisine bağlı ekipte yer alan hiç kimse işini hakkı ile yapmıyordu.

Umut bu dönemde bir uzmandan konu ile danışmanlık desteği aldı. İşine karşı duyduğu tatminsizlik için kendisi dışında herkesi suçladığı dönem irdelendiğinde bu durumla ilgili şu cümleleri kuruyordu: “İşleri yoluna koyabileceğimi biliyorum. Fakat öyle yoğunum ki, bunun yanında benim mutlu olup olmamamın bir önemi yok. Önemli olan bana ait hedefleri gerçekleştirebilmek.” Zaman geçtikçe de, yaşadığı stresin ve mutsuzluğun iş yaşamındaki ve ailesindeki ilişkilerini, bunun yanında sağlığını da etkilediğini itiraf edebilir duruma geldi. O zamana dek fark edememişti ama büyümekte olan mutsuzluğu ile işteki verimliliğinin gün geçtikçe azalıyor oluşunun arasında güçlü bir bağ bulunmaktaydı.

Umut, bu konuda yalnız değil. Günümüzde birçok çalışma gösteriyor ki, neredeyse her üç çalışandan ikisi yapmakta olduğu işe ilgisini kaybetmiş, işinden sıkılmış ya da çalışmaktan yorulmuş durumda ve işteki planlar, projeler ve diğer insanlar için engelleyici bir faktöre dönüşmüş durumda. Bu durum, aslında kulağa oldukça anlamsız geliyor. Neden birçoğumuz kendisini tatmin etmeyen bir işte çalışmayı, böylece giderek büyüyen bir stresi ve bununla beraber gelen kronik mutsuzluğu böylesine kabullenmiş durumda? Neden bu durumla savaşmıyoruz?

Modern dünyanın bu rahatsızlığından sorumlu olan birçok faktör bulunuyor. Yapılan araştırmalara göre 2017 yılında dünyada; politika meseleleri, dünyadaki değişimlerin hızı ve belirsizlik nedeniyle rapor edilen stres bozukluğu vakaları en yüksek sayıya ulaşmış durumda. Fakat, bizi mutluluk sınırlarının dışına iten nedenler her zaman bu tür dışsal faktörler de olmayabiliyor. Buna bazen kendimiz de yol açabiliyoruz. Uzun yıllar önemli sektörlerde faaliyet gösteren şirketlere, devletlere ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarına danışmanlık hizmeti sunan birçok kişiye göre birçoğumuz, aslında hepsi birer yıkıcı bir algı biçimi olan, bizi daha başarısız ve mutsuz kılan çalışma yollarını bize seçtiren “mutluluk tuzakları”na düşüyoruz.

Herkes için geçerli olan bu mutluluk tuzakları arasında öncelikli olarak sıralanabilecek, hırs, bizden bekleneni yapmak ve çok çalışmak görünüşte üretken olmamızı sağlıyormuş gibi görünse de, aşırıya kaçıldığında zarar verici bir hal alabilir.

 

1- Hırs Tuzağı

Hedeflerimizi yakalamak ve kariyerimizi ileriye taşımak için duyduğumuz arzu her zaman en iyisini yapmamız yönünde motive edici bir etkene sahiptir. Fakat hırsa, fazlasıyla rekabetçi olmanın ve sadece kazanmaya odaklanmanın eşlik ettiği durum sorunun başlangıç noktasıdır da: Eylemlerimizin bize ve başkalarına olan etkilerine gözlerimizi kapatmaya başlarız, ilişkilerimiz zedelenir ve daha önce yarattığımız işbirlikleri çözülür, amaca ulaşmak için hedeflerimizi daha fazla kovalarız ve zamanla çalışmak bizim için anlamını yitirmeye başlar.

Umut için de olanlar tam olarak böyleydi. Hayatı boyunca, ebeveynleri, öğretmenleri ve koçları onu hep daha fazla çaba göstermesi yönünde teşvik edici olmuştu, o da bu yolda çok fazla şey başarmıştı. İyi notlar almış, spor takımlarında as oyuncular arasında yer almış ve akademik ödüller kazanmıştı. Çalışmaya başladığında da, sergilediği hırs patronlarının gözünü kamaştırmıştı. Umut, kendisine verilen işleri hep zamanında ve eksiksiz teslim ediyordu.

Fakat iş arkadaşları bu denli etkilenmiş sayılmazdı, Umut’un her zaman kazanan olmayı istediğini fark etmişler ve ondan sakınmışlardı. Umut’a göre, kendisi dışında geriye kalan herkes ikinci olmak zorundaydı. Takım hedefleri Umut’un amaçlarına hizmet etmiyorsa öncelik kazanmıyordu ve takım için Umut başkalarını kolaylıkla sırtından bıçaklayabilecek biri gibi görünüyordu.

İçgüdüsel olarak bakıldığında, insanların hırs duymasında elbette bir anormallik bulunmamakta. Öyle ki, hırslı olmak çoğu zaman insanların sosyal yeteneklerini geliştirici etkiye bile sahiptir. Buna rağmen, büyük ve kompleks kurumlarda uzun vadeli başarı için etkili işbirliği şarttır. Oysa, Umut’un dizginsiz hırsı sadece kendi hedeflerine odaklanmış ve iş arkadaşları ona güven duymayı bırakmıştı. Aynı zamanda ona yardım etmeyi de bırakmışlardı.

Umut’un iş hayatında yaşadığı sıkıntı, tam da sorumlu olduğu iş birimi ile müşteri arasında köprü görevini göreceği, oldukça büyük bir projenin yönetimini aldığı bir dönemde etkilerini arttırmıştı. Şirketin stratejisi yer değiştirmiş, proje hedefleri değişmiş ve müşteri standartları yükseltilmiş ama proje için ayrılan fon değişmemişti. Umut müşterinin isteklerine sürekli anlamsız talepler gözüyle bakıyor, bu isteklere durumu bir rekabete dönüştürerek cevap vermeye çalışıyordu. Projede kolaya kaçmaya başlamıştı ama yapılan iş için müşteriden yüksek miktarlarda para talep ediyordu, hatta istediğini elde etmek için müşteriye bir ya da iki kez yalan söylediği bile olmuştu.

Umut’un, onu yıllardır koruyan patronu sonunda Umut’un projedeki rolünü kabullenmişti: Umut projede yükümlülük noktasıydı. Onu projeden aldı, sorumlulukların oldukça az olduğu daha önemsiz bir pozisyona getirdi. Umut kariyerinde geri adım atmak zorunda kalmıştı. Aynı zamanda, bu durum Umut’un her şeyin farkına varmasını da sağlamıştı ve artık, biliyordu: İşte çok uzun zamandır yalnızdı ve derin bir mutsuzluk hissediyordu. Hırsı, avantaja dönüştürebileceği bir şans olmaktan çıkmış, tuzağa dönüşmüştü. Kaba davranışları ona ait kalıtımsal davranışlar değildi, aksine sonradan öğrenilmiş edimlerdi. Başarı arzusu, sonunda hem kişisel hem de profesyonel hayatına zarar verecek denli, her şeyi elde etme arzusuna dönüşmüştü.

 

2- Gereklilik Tuzağı

Yapmayı istediklerimizden ziyade yapmamız gerektiğini düşündüğümüz şeyleri yapmak iş hayatımızda hepimizin bir şekilde içine düşme riskini taşıdığımız tuzaklardan biridir. Kariyerimizi şekillendiren ve yazılı olmayan kuralların hepsi şüphesiz ki olumsuz değil, örneğin ailemize destek vermemizi sağlayacak bir eğitimi tamamlamış olmak, iş yerinde dakik olmak, nazik biri olarak kalabilmek gibi. Buna rağmen, iş ortamı kurallarından pek çoğu da bizi kim olduğumuzu inkâr etmeye zorlayan, bize potansiyelimizi gizleyen seçimler yaptıran ve hayallerimizi erteleyen kurallar.

Birçok şirkette başarılı olmak için, çalışanlar nasıl giyinileceği, konuşulacağı, kimlerle ilişki kurulacağı ve hatta bazen iş dışında nasıl bir yaşama sahip olunması gerektiği ile ilgili normlara uymak zorundadır. Bu tür şirketlerde, işe alım sürecinde sadece ayakkabıları nedeni ile başarılı bir çalışan adayı işi alma şansını kaybedebilir, kadınlar mutlaka makyaj yapmalı ve saçları belli (genellikle de kısa) bir modelde olmalıdır. Fortune 500’de yer alan şirketlerde üst yöneticilerden sadece % 4’ü kadınlardan, % 1’den daha azı ise siyahi kişilerden oluşmaktadır. Bu şok edici istatistikler ne yazık ki günümüz dünyasında kimin liderlik etmesi ve kimin itaat etmesi “gerektiğine” dair gerçek bir hikayeyi göstermektedir.

Bu tür yazılı olmayan normlar, mantıklı bir şekilde gerekçelendirilemeyeceği (örneğin, cinsiyet, ırk ve medeni hal ile liderlik yetkinlik arasında herhangi bir bağ bulunmamaktadır) gibi aynı zamanda kim olduğumuzu saklamamamız ya da olmadığımız biri gibi davranmamız gerektiğini hissettiğimizde bizim için kişisel bir bedele de dönüşmektedir. 3000 çalışan ile yapılan çalışmaya göre bu kişilerin yüzde 61’i uyum sağlayabilmek adına işyerinde tam olarak kendini ifade edemediğini hissetmektedir: Cinsiyetini, ırkını, cinsel yönelimini, inancını ya da hayatının, kişiliğinin diğer yönlerini aktif şekilde gizlemekte ya da kendisi için önemsiz unsurlarmış gibi göstermeye çalışmaktadır.

Bazı şirketlerde kadınlar anne olmanın yarattığı dezavantajlardan kaçınmak için çocukları hakkında konuşmaktan çekinmektedir, Afro-Amerikan biri marjinal bir grubun parçası gibi görünmekten korktuğu için başka bir Afro-Amerikan çalışan ile yanyana gelmekten kaçınmaktadır. Hatta yapılan araştırmalara göre beyaz erkeklerin yüzde 45’i bile depresyon ya da okulda sorun yaşayan çocuğu ile ilgili problemler gibi kendilerine dair imajı zedeleyeceğini düşündüğü şeyleri aslında hiç yaşamıyormuş gibi görünmeye çabalamaktadır. Birçoğu, başkalarının gözünde zayıf ve savunmasız görünmekten korktuğu için yaşadıkları sorunları saklamaktadır çünkü her zaman güçlü olmaları gerektiğini hissetmektedirler.

Gereklilikler sadece iş ortamında kendimizi ifade etme biçimimizi etkilemezler. Aynı zamanda çoğu zaman nasıl bir iş ve kariyer arzulamamız gerektiğinizi bize dikte eder. Umut gibi, bu duruma örnek olarak “Doruk” isimli bir danışanı da örnek göstermek mümkün. Doruk ,üniversitenin ilk yıllarından mezuniyetine kadar, birkaç girişim şirketinin kurucu ortakları arasında yer almış ve o dönem bu deneyiminin keyfini de çıkarmıştı. Gizliden gizliye girişimcilik kariyerine devam etmeyi istese de, mezuniyet tarihi yaklaştıkça kendine, daha fazla güvenilir bir gelir kapısı bulmanın yollarını aramaya başlamıştı. O dönem prestijli bir danışmanlık şirketinden teklif gelmiş, o da teklifi kabul etmişti. Altı ay içinde yaptığı işten nefret ettiğini fark etmiş fakat prestijli işi ve yüksek maaşı hakkında övünç duyan ailesi ve her fırsatta onun yerine çalıştığı şirkette çalışmayı arzuladıklarını dile getiren arkadaşlarının etkisi ile işten ayrılma isteğini hayata geçirememişti.

42 yaşına geldiğinde, Doruk çalıştığı şirkete ortak olmuş. İş yaşamının tüm kurallarına uymuş, görünüşte de gerçek bir kazanan olmuştu. Ama problem şuydu ki, kariyeri bir oyun gibiydi. Şirketin misyonu ve yaptıkları arasında bir uyumsuzluk vardı ama o yine de bunu kabullenerek yola devam etmişti. Yanında çalışanlara – özellikle de deneyimi görece az olanlara – sergilemesi beklenen davranış biçimi insancıl değildi ama o yine de bu davranış biçimini benimsemiş ve sürdürmüştü.

Doruk danışmanlık işini sevmiyordu ve kariyerini gerçekte kim olduğunu gizleyerek çizmişti. İş yerinde özel hayatı ile ilgili detaylardan hiçbir zaman bahsetmemişti çünkü kesin olan bir şey vardı: Çalıştığı şirkette başarılı olmuş ve herkesin eşi üniversite mezunuydu. Kimse, sürekli bir şeyleri gizleyerek mutlu bir yaşam süremez. İşine olan bağlılığı azaldıkça profesyonel hayatında performansı gittikçe azalır, sonunda da işi ve iş arkadaşları ile ilgili mutsuzluk göz ardı edilemez bir seviyeye ulaşır.

Gereklilik tuzağından kaçınmak, kuralları bütünüyle yok saymak anlamına gelmez elbette. Bu konuda en rahat olan şirketlerde bile çalışanlar uyumsuzluk ve kültürel baskı karşısında zorlanabilir. Dolayısıyla, yok saymak yerine hangi kuralların zarar verici etkilere sahip olduğunu ayırt etmeye ihtiyacımız var. Bastırılmışlık ve zoraki bir uyumluluk bizi işte ne olduğumuzdan daha yaratıcı kılabilir ne de profesyonel hayatta sürdürülebilir başarının anahtarı olan çalışan mutluluğunu sağlayabilir. Doruk’un durumunda da, profesyonel yaşantısını yönlendiren gereklilikler, kendisi için uygun olmayan bir işi seçmesine, özel hayatını sürekli gizlemesine ve bu durumu sürdürmesine yol açmıştı. Uyması gerektiğini düşündüğü kurallar kendisini yıpratmış, sonunda da kariyeri düşüşe geçmişti.

 

3- Çok Çalışma Tuzağı

Bazılarımızın 21. yüzyılın iş hayatına ait “iş ile yaşamak” kavramının baskısına cevabı, uyanık kaldığımız her anı çalışarak, çalışmadığımız zamanlarda da iş ile ilgili konularla zihnimizi meşgul ederek geçirmek oluyor. Arkadaşlarımız ile beraber olmak, spor yapmak, sağlıklı yiyecekler hazırlamak ya da uyumak için zamanımız yok. Çocuklarımızla oyun oynamıyor, hatta onları dinlemiyoruz bile. Hasta olduğumuzda evde kalıp dinlenmiyoruz. İş yerinde insanlar hakkında hemen kesin kararlar vermeden önce onları tanımak ya da kendimizi onların yerine koymak için bir türlü yeterli zaman bulamıyoruz.

Çok çalışmak bizi olumsuz bir döngünün içine sokar: Daha çok çalışmak daha çok stres yaratır, artan stres seviyesi beynimizin daha az çalışmasına neden olur, duygusal zekamızı örseler, daha az yaratıcılık ve güçsüzleşmiş yeteneklerimiz işleri bitirme yetkinliğimizi azaltır.

Çok çalışmak, hala birçok iş yerinde övgü çekici bir şey olduğu için karşı konulmazdır. Boston Üniversitesinde akademisyenlik yapan Eric Reid, bazı kişilerin (özellikle de erkeklerin) kaç saat çalıştıklarına dair dürüst davranmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu kişiler her hafta 80 saatin üzerinde çalıştığını iddia etmiştir, çünkü çok büyük ihtimalle saatlerce mesai yapmanın patronlarının hoşuna gideceğini düşünmüşlerdi. Dahası, çalışmak ile ilgili takıntımız içsel düşmanlarımızdan da kaynaklanabilir. Güvensizlik hissimizden beslenir, başkalarını fazla çalışıyor görmenin yarattığı suçluluk duygusunu güçlendirir ya da bizi kişisel sorunlarımızdan uzaklaştırır. Profesyonel yaşantılarında çok fazla çalışan kişiler, olması gerekenden daha fazla çalışmanın stresi dindirdiğine inanırlar. Eğer şu projeyi de bitirirlerse, bu raporu da tamamlarlarsa ya da tüm mailleri okurlarsa, işler çok daha fazla kontrolleri altında tutabileceklerini düşünürler. Ama tabii ki işler asla bitmek bilmez.

Doruk’un başına gelen de tam olarak buydu. Akşamları eve söz verdiğinden çok daha geç bir saatte geliyor, zamanını eşiyle mutfakta sohbet ederek ve çocuklarına günlerinin nasıl geçtiğini sorarak geçiriyordu. Ama bu sürede de telefon hep gözünün önünde duruyor, sohbet ederken her iki dakikada bir telefonuna bakmaktan kendini alamıyordu. Ailesinin bu durumdan şikayet etmediğini düşünüyordu ama doğal olarak onlar bundan inciniyordu. Yıllar içinde eşi, Doruk ile işine olan aşırı düşkünlüğü hakkında birkaç kez konuşmaya çalıştı. Doruk ise her seferinde tepki ile aynı cevabı veriyordu: “Ama çalışmak zorundayım. Ne yapmamı beklerdin, işten ayrılmamı mı?” Yine de, Doruk sonunda pişman oldu ve değişeceğine dair söz verdi. Fakat kısa bir süre sonra, işine olan bağımlılığı yeniden ortaya çıkmıştı.

Daha az uyumaya başlamıştı, bunun sebebi kısmen gece geç ve sabah erken saatlerde gelen telefonlar, kısmen de strestendi. Düzenli beslenemiyordu ve fast food tüketimini arttırmıştı. İşte ise huysuz ve endişeli birine dönüşmüştü. Teslim tarihini aşmak, önemli maillere cevap vermeyi unutmak gibi majör hatalar yapmaya başlamıştı. Kendisinin ya da başkalarının beklentilerini karşılayamıyordu, ki bu durum canını fazlasıyla sıkıyordu. Bu nedenle, her seferinde daha fazla çaba gösteriyor ve çalışıyordu.

Umut gibi Doruk da sonunda bir gün bulunduğu duruma dair güçlü bir farkındalık yaşadı. Bir gece, yine elinden düşmeyen telefon, mailler ve gece gelen aramalar hakkında bitmek bilmeyen bir tartışmanın içindeyken, eşi Doruk’a bir ültimatomda bulundu: “Bu durum sona ermeli, yoksa ben bu şekilde yaşamaya devam edemeyeceğim.” Bu sözler Doruk’a ağır bir darbe olmuştu. Bir hafta önce de iş yerinde patronu, yürüttüğü projelerden birinde yaşanan önemli bazı sorunları dile getirmiş, herkesin kendisi hakkında endişe duyduğunu, fazlasıyla yıprandığını düşündüklerini belirtmişti. Eşinin kendisine söylediğinin aynısını da sözlerine eklemişti: “Bu durum sona ermeli.”

Doruk, problem yaşadığını kabul etmek için kendi içinde epey savaş verdi. Hayatında özveri maskesiyle yer etmiş fazla çalışma düşkünlüğü kişiliğinin bir parçası olmuştu, kariyeri ilerledikçe ve değişim hızı arttıkça da bu alışkanlık onun için çok daha önemli hale gelmişti. Verimsiz çalışma şeklini benimsemiş şirketlerde ve rekabetin yoğun olduğu sektörlerde, çalışanlar daha azı ile daha fazla iş yapmaya zorlanır. Teknoloji geliştikçe, başkalarının yaptığı ya da bizim için yaptığı işleri de yapabilmeye başladık. Farklı saat dilimlerinde yaşamakta olan pek çoğumuz için sabahın erken ya da gecenin geç vakitlerinde yapılan konferans aramaları birer rutine dönüştü. Bunun yanında, sürekli beraberimizde taşıdığımız küçük cihaz bize hükmeden bir efendi gibi. İşimiz, onun etkisiyle artık iş yerinin sınırlarını aşarak, cebimizde taşıdığımız ya da komodinimizin üzerinde yaşattığımız bir şeye dönüştü.

Doruk gibi ister “gereklilikler” ister fazla çalışma, ister Umut gibi hırs tuzağına düşmüş olun, asıl soru bu tuzaktan nasıl çıkacağınızdır. Fakat iyi haber şu ki, işyerinde sizi efektif hale getiren liderlik yetenekleri ve düşünce biçimi aynı zamanda bu tuzaktan kaynaklanan mutsuzluğu fark etmeniz ve bundan kaçınmanızda yardımcı olabilecek en güçlü faktördür.

Mutlaka okuyun: Çok Çalışmak Sizi Başarılı Yapmaz, Ancak Bu Yapabilir!

 

Özgürleşmek

İlk adımı işte mutluluğu hak ettiğinizi kabul etmektir. Bu, iş hayatının hayatta tatmini yakalama yolunda ana kaynaklardan biri olması gerekmediğine dair taşınan hatalı algının terk edilmesi anlamına gelir. Yüzyıllardır, çalışmak en basit haliyle aç kalmamak için yapılan bir edim olarak kabul edilmiştir. Günümüzde de birçok insan hala düşük maaşlarla ve korkunç çalışma koşulları ile mücadele etmektedir ve bu kişiler için çalışmak zahmetli ve can sıkıcı bir eylem anlamına gelmektedir. Fakat, çalışmalar gösteriyor ki el ile yapılan işler bile çalışana iş tatmini sunabilir. Şaşırtıcı olan ise buna rağmen başarılı profesyonellerin – bugünün kalifiye çalışanları ve yaratıcıları – çoğu zaman iş yerinde gerçek anlamı bulamıyor oluşudur. Bunun yerine, bu kişiler günümüzde çalışmanın zorlu bir uğraş olduğuna dair mitin başlıca alıcılarıdırlar.

Oysa çalışmak gerçek bir mutluluğun kaynağı olabilir, ki bu da temelde anlamlı bir amaca dair duyulan tutku sayesinde günlük aktivitelerden derin ve kalıcı bir keyif alınması, geleceğe umutla bakılması ve çevremizdekilerle doğru ilişkilerin kurulması anlamına gelir. Mutluluğun bu üç parçasını kucaklayabilmek için, öncelikle bu parçaları beslemekten bizi alıkoyan kişisel motivasyonlarımızı ve alışkanlıklarımızı ortaya çıkarmaya çalışmak gerekmektedir. Neden günümüzün büyük bir kısmını çalışarak geçiriyoruz? Kazanmaya dair içimizde taşıdığımız hırs ve arzu aynı zamanda bize zarar veriyor olabilir mi? Neden yapmamız gerektiğini hissettiğimiz şeyler tarafından kapana kısılıyoruz ve aslında yapmayı istediğimiz şeylerin peşinden gitmiyoruz? Bu soruları cevaplayabilmek için, duygusal zekamızı anlamaya çalışmalıyız.

 

Sıkışmışlık Hissinden Mutluluğa

Son 20-30 yıldır, psikologlar ve akademisyenler, mutsuzluk tuzaklarından kaçınmaya ya da onlardan özgürleşmeye yardımcı 12 duygusal zeka becerisi bulunduğuna dair fikir birliğine varmış durumda. Bunlardan üçü olan, duygusal öz farkındalık, duygusal öz kontrol ve organizasyonel farkındalık özellikle geride kalmış düşünce yapısından kurtulma yolunda destekleyici olanlardır.

Duygusal öz farkındalık hislerimizi ve duygusal durumumuzu algılayabilme ve anlayabilme, bu iki şeyin düşüncelerimize ve davranışlarımıza ne şekilde etki ettiğini fark edebilme kapasitemizdir. Örneğin, akşam 8’de ya da hafta sonunda mailleri yanıtlamak gibi “gerekli” bir işi üstlenmeye itiraz ettiğinizde hissettiğiniz huzursuzluğun dışlanmaktan duyduğunuz korkunun bir belirtisi olduğunun farkına varabilirsiniz. Daha da derine indiğinizde, bu korkunun mevcut iş durumunuzla çok zayıf bir bağı olduğunu, hatta arada hiç bağ olmadığını görebilirsiniz. Bu, sadece artık size hizmet etmeyen eski bir düşünce yapısının sunduğu, yine eski alışkanlardan bir tanesidir.

Farkındalık iyi bir başlangıçtır, fakat hemen ardından aksiyona geçiyor olmanız gerek. Bu noktada da öz kontrol devreye girer: Kendinize ne yaptığınızı anladığınızda ortaya çıkan uyumsuzluk hissini tolere etmenizi sağlar. Örneğin, güvensizlik hissi içerisinde akşam geç bir saatte maillerinizi yanıtladığınızı biliyorsanız, kendinizle ilgili de kötü hissediyor olacaksınızdır. Eğer bu hissi bir yana bırakırsanız, çok büyük ihtimalle bulunduğunuz duruma saplanıp kalacaksınızdır. Tüm bunların yanında, öz kontrol konfor alanımızın dışına çıkmaya zorlayan aksiyonlar almak için bizi zorlar da.

Sonuncusu, organizasyonel farkındalık – diğer bir deyişle iş ortamını algılama yetkinliği – ise içinizden gelen şeyler ile başkaları ya da şirketiniz tarafından dayatılan şeyler arasındaki farkı anlamanızda size yardımcı olur. Örneğin tüm iş arkadaşlarınız mesai saatleri boyunca e-mail okuyup yanıtladığının farkındasınız diyelim ve sizin fazla çalışma alışkanlığınız da bu duruma uyum sağlamak için duyduğunuz baskının bir sonucu. Şimdi ise önünüzde iki seçenek var: Cesurca işteki normları bu şekilde kabul etmemeye, fazla mesaileri bırakmaya karar verebilirsiniz ya da değerleriniz ile çatışacak (aynı zamanda sağlığınıza ve ailenize zarar verecek) şekilde davranmaya devam edebilirsiniz. İlk seçenek olan, fazla çalışma alışkanlığını terk etmeyi seçtiğiniz takdirde, kendiniz yanında, çalışma ekibinizin de dinamiğini ve beklentilerini değiştirebilir büyük bir organizasyonda daha dürüst bir mikro kültür yaratabilirsiniz.

 

Amaçlamak, Umut Etmek ve Arkadaşlık:

Mutluluğun önündeki engelleri ortadan kaldırabilmek için duygusal zekayı devreye sokmak işte daha büyük bir tatmin duygusunu yakalamanın ilk adımıdır. Ne yazık ki, mutluluk mucizevi şekilde bir anda beliren bir şey değildir. Günlük etkinliklerimizde aktif olarak anlam ve amaç aramamız, içimizdeki ve başkalarındaki umudu beslememiz ve işte arkadaşlıklar kurmamız gerekmektedir.

 

1- Anlam ve Amaç

İster ofiste oturuyor, ister dağda tırmanış yapıyor ya da ailenizle akşam yemeği yiyor olun, insanlar yaptığı her şeyde anlam aramaya muhtaçtır. Bir şey için tutku beslemek enerji, zeka ve yaratıcılık özelliklerini besler. Beyin kimyası bu durumun bir kısmını açıklamaktadır: Araştırmacılara göre, iş ile ilgili olumlu duygular bizi olduğumuzdan daha zeki , daha yenilikçi ve daha uyumlu bir bireye dönüştürmektedir. Örneğin, psikoloji profesörü Dan Ariely ve meslektaşlarının yaptığı bir çalışmada, katılımcılara Lego parçaları ile modeller yapmaları için para ödendi ve bazı modeller tamamlanır tamamlanmaz, onu inşa eden katılımcıların önünde yıkılarak yeniden parçalara ayırıldı. Katılımcılardan tekrar yeni modeller yapmaları istendiğinde modelleri korunan katılımcıların, aynı parayı almalarına rağmen, modelleri yıkılan katılımcılara göre toplamda ortalama yüzde 50 daha fazla çalıştılar. Bu çalışma, ufak bile olsa etkimizi koruyabildiğimizde ve yaptığımız işin bir değeri olduğunda kendimizden daha fazla ödün verdiğimizi göstermektedir.

Yönetim okulları da aynı durumunda iş dünyasında geçerli olduğunu göstermiştir: Amaçlamak, işyeri mutluluğunun en güçlü motivasyonlarından biridir. Buna rağmen, bu motivasyonu beslemek için çok nadir doğru şeyleri yapıyoruz. Umut ve Doruk’un yaşadıkları gibi, değer verdiklerimize ve işe dair bizim için anlamlı olan ama göz ardı ettiklerimize ilişkin algımızı tümüyle kaybetmek çok kolay, özellikle de fonskiyonel olmayan kurumlarda, kötü yöneticilerin ve stresin varlığında. Bu algıyı kaybettiğimizde de, uyumsuzluk baş göstermekte, pek çok şey anlamını yitirmekte, böylesi bir anlamsızlığın ortasında ise kendimizi işe vermek seçenek olmaktan çıkmaktadır.

Her birimiz işte anlam ve amacı farklı şekillerde buluruz, buna rağmen bu noktada bazı benzerlikler de yok değil: Değer verdiğimiz şeyler için mücadele etmek istiyoruz. Yenilikçi olmayı ve yaratmayı arzuluyoruz. Öğrenmeyi ve gelişmeyi hedefliyoruz. Çalışmalar da gösteriyor ki, işi anlamlı hale getirmek bir CEO için olduğu kadar bir yönetici ya da daha az deneyimli bir çalışan için de önemli ve ulaşılması mümkün bir durum.

İşinizin hangi parçasının sizin için daha tatmin edici – bazılarının ise ruhunuzu zedeleyici – olduğunu keşfettikçe, zamanınızı ne şekilde geçirebileceğinize ve kariyerinizde neyi kovalayacağınıza ilişkin farklı seçimlerle yüz yüze geleceksiniz. Doruk, her zaman hayalini kurduğu işin ciddi anlamda peşine düşmeye karar vermişti. Mali durumu gözden geçirdi, mevcutta çalışmakta olduğu şirkette edindiği ilişkileri müşterileri için nasıl avantaja dönüştürebileceğine kafa yordu. O ve eşi, yaşam biçimlerinde yeni bir iş kurmanın gerektirdiği değişiklikleri hayata geçirmeye başladı. Sonunda, bir çıkış yolu inşa etmişti: Yeni işini kurmak için fon ararken, mevcut şirkette de iki yıl yarı zamanlı danışman olarak çalışmaya devam etti.

 

2- Umut

Hayatınızda en az bir kere zorlu bir durum, bir kriz ya da bir kayıp ile karşılaştıysanız umut etmenin bir insanı ayakta tutma gücünü de bilirsiniz. Umut etmek, en güç durumlarda bile, her sabah erkenden uyanmak ve denemeye devam etmek istememizi sağlar. Karmaşıklığı yönetebilmede bize yardımcı olur: Stres, korku ve hayal kırıklığı ile baş eder, yoğun iş yaşama ve sosyal hayatını anlamlandırır. Çünkü umut etmek, amaçlamak gibi beyin kimyamızı pozitif yönde etkiler. Araştırmalar gösteriyor ki, iyimser bir bakış açısına sahip olduğumuzda, sinir sistemimiz bizi savaş ya da kaç yaklaşımından daha sakin davranmaya yönlendirir ve davranışlarımızı dengeler. Örneğin, katılımcılara pozitif duyguları tetikleyici ve onları gelecek vizyonu hakkında telkin edici şekilde davranıldığı bir çalışmada, beyinlerinin otonom sinir sistemi ile ilişkili kısımlarının harekete geçtiği ortaya konmuştur: Bu kişilerin nefes alıp verme hızları azalmış, kan basınçları düşmüş ve bağışıklık sistemleri daha güçlü hale gelmiştir. Duygularını daha iyi yönetmeye ve daha mantıklı düşünmeye başlamış, geleceğe dair plan yapmak için daha enerji dolu ve kendilerini hazır hissetmişlerdir.

Umut da, içgüdüsel olarak heyecan duyduğu kariyeri için kazanmaya neden bu denli odaklandığına ilişkin farkındalığa bu şekilde erişmişti. Yıllarca, kontrol altına alınamayan hırsı ile ilgili kendisini uyaran eşiyle yaptığı konuşmalarda, işten ne beklediğine dair bir vizyon geliştirebilmişti: Bu, bir sonraki terfiye ya da sonsuz bir oyunda sürekli kazanma arzusuna değil, yaşamak istediği hayat biçimine dayalı bir vizyondu.

İşverenler sık sık, çalışanlarına iyimserlik duygularını ve pozitif bakış açısını aşılamak adına süslü vizyon cümlelerine başvurur. Ne yazık ki, bu amaçla en iyi şekilde hazırlanmış çoğu cümle bile, insanların uzun vadede umutlu hissetmelerini sağlayacak yeterlilikte değildir. İş yerinde mutlu olmak için, sorumluluklarımızın ve önümüzdeki fırsatların, değerlerimize, arzularımıza ve inançlarımıza hitap eden kişisel bir vizyon ile uyumlu olduğunu hissetmemiz ve bu vizyona erişmemizi mümkün kılmanın yollarını hayal etmemiz gerekmektedir. Umut etmenin, gerçek anlamda planlama ile bir ilişkisi bulunmaktadır, zira umut etmek en talihsiz durumlarda bir yol haritasına sahip olmamız için bizi yüreklendirir, nasıl bir yaşam ve kariyer istediğimizi ortaya koyabilecek somut ve yararlı aksiyonlar almamız için bize cesaret verir.

Birçoğumuz büyük hayaller kurmaktan kaçınırız, çünkü bu hayallerin bize sadece hayal kırıklığı getireceğine inanırız. Fakat umut etmek; cesaret etmemizi, mantıklı planlar yapmamızı ve somut adımlar atmamızı sağlayan olumlu ve güçlü bir duygusal deneyimdir.

 

3- Arkadaşlık

Sevdiğiniz ve saygı duyduğunuz insanlarla çalışıyorsanız, karşılığında siz de seviliyor ve saygı duyuyorsanız, çok büyük ihtimalle her gün işe mutluluk duyarak gidiyorsunuzdur. Fakat, kendinizi her an tetikte hissettiğiniz, hor görüldüğünüzü ve dışlandığınızı düşündüğünüz bir iş ortamında çalışıyorsanız işe gidiş yolunda muhtemelen size derin bir mutsuzluk eşlik ediyordur. Kendinize, bu durumun tolere edilebilir olduğuna ya da işte arkadaş edinmeye ihtiyacınız olmadığına ilişkin telkinlerde bulunuyor olabilirsiniz. Fakat bu doğru değil.

Aksine, iyi arkadaşlık ilişkileri başarılı organizasyonların belkemiğidir. Birbirine değer veren insanlar aynı zamanda birbirine cömertçe zaman ayıran, yetkinlik ve kaynaklarını birbirileri ile paylaşan kişilerdir de. Bu konuda yapılan bir çalışma gösteriyor ki, işteki yakın arkadaşlık ilişkileri çalışanların işte % 50 daha fazla tatmin olmalarını sağlamakta ve işte yakın bir arkadaşa sahip olan çalışanlar olmayanlara göre işlerine 7 kat daha fazla bağlılık duymaktadır. Karşılıklı saygı, sorunları sonunda herkesin kazançlı çıkacağı şekilde çözmek için bizi motive etmektedir. İş yerinde olduğumuz halimizle kabul edileceğimize, takımın bir parçası olduğumuza ve değer yaratabileceğimize inandığımız zaman ise, ortak hedeflere olan bağlılığımız daha da güçlenmektedir.

Sıcak ve pozitif ilişkiler, insanın doğası gereği iş ortamında oldukça önemlidir. İnsanlığın başlangıcından bu yana, beraber değer yaratabilmek için insanlar kabileler halinde organize olma eğilimi göstermişlerdir. Günümüzde ise, çalışma ortamlarımız bizim için birer kabile gibidir. Hepimiz, en iyi katkıyı sağlamak adına desteklendiğimiz bir şirkette ya da ekipte çalışmayı arzu ederiz.

Aynı zamanda, insanların bizi dikkate almasını ve bir birey olarak bize değer vermesini de isteriz. Aynı şekilde, başkalarının bizden beklediği de budur. Diğer insanlar için şefkat hissettiğimizde ve karşılığında onların da bizim iyiliğimizi düşündüğünü gördüğümüzde fiziksel ve psikolojik olarak kendimizi geliştiririz. Hatta, yapılan bir çalışmada, sevgi ve aşkın hayattaki mutluluk için temel oluşturduğu kanıtlanmıştır. Dahası, aşık olan kişilerin – buna arkadaşlık ilişkilerindeki yoğun sevgi duygusu da dahil olmak üzere – daha başarılı, hatta finansal olarak daha güçlü olduğu ortaya konmuştur.

Peki ya işyerinde aşık olmak? Birçok insan iş yerinde romantik duygulara kapılmaktan çekinir. Oysa, iş yerinde ihtiyacımız olan şeylerden bir tanesi de, değer vermeye, önemsemeye ve arkadaşlığa dayalı aşktır. Çünkü aşkla kurulan ilişkiler güven ve cömertlik ile doludur ve çalışmayı daha keyifli kılar.

Mutlaka okuyun: Bir Girişimci ile Sevgili Olmadan Önce Bilmeniz Gereken 18 Şey

 

Sonuç

Pek çok insan, başarılı oldukları sürece mutlu olacaklarına inanır. Bu geçmişe ait bir inanış. Yazar ve psikolog Shawn Achor’a göre ise “Mutluluk başarıdan önce gelmektedir.” İş yerinde bağlılık duymaktan, tatminkar ve değerli hissetmekten gelen pozitif hislerin birçok faydası bulunmaktadır: Beynimiz daha iyi çalışır, daha yaratıcı ve uyumlu olur, kendimizi enerji dolu hisseder, akıllıca kararlar verir ve karmaşık durumları daha başarılı şekilde yönetiriz. Öyle basit ki; mutlu insanlar mutsuz olanlara göre daha iyi performans sergilerler.

Tam da bu nedenle, iş yerinde mutlu olma hakkına sahip olmak için mücadele etmemiz gerekmektedir. Bunun ilk adımı, işten ve çalışma ortamımızdan beklentilerimize dair miadı dolmuş inançların yerine yeni bir anlayış getirmektir. Bizi mutluluk hissinden uzaklaştıran tuzaklardan kurtulalım. İşteki amacımızı keşfetmeye ve bu amacı gerçekleştirmeye, geleceğe dair güçlü bir bakış açısı geliştirmeye ve iş arkadaşlarımız ile içten arkadaşlıklar kurmaya odaklanarak, yeni bir bağlılık biçiminin temellerini atalım. Bu adımlar, insanlığı onurlandıran, ortak nezaketi ve kalıcı başarıyı destekleyen, mutluluk da dahil fikirlerin, ihtiyaçların ve tutkuların dikkate alındığı iş ortamları yaratmada bize yardımcı olacaktır.

 

İlginizi çekebilir

İş Yerinde Stresle Baş Etme Yolları
İş Hayatında Verimliliği ve Üretkenliği Artırmanın Yolları
Merve Tulum

Yazar : Merve Tulum

ODTÜ " Endüstri Mühendisliği " bölümünden mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesinde yüksek lisans yaptı. İş hayatına hızlı bir giriş yapıp inovasyon sorumlusu, sistem ve iş analisti gibi birçok pozisyonda görev aldı. Fibabanka, Yemeksepeti ve Yapı Kredi çalışmış olduğu şirketlerden sadece birkaçı. Sizler için iş hayatında edindiği tecrübeleri sizlere aktarıyor.

Bir yanıt yazın

Avatar

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir