Perşembe, Kasım 14, 2024
Ana SayfaGenelOtomasyon Gelecekte İşimizi Elimizden Alabilir Mi?

Otomasyon Gelecekte İşimizi Elimizden Alabilir Mi?

Bu sorunun cevabı yüksek ihtimalle “hayır” olacaktır. Fakat gelecekte çalıştığımız işlerin saygın ve iyi getiriye sahip olmasını istiyorsak, Ekonomist David Autor’a göre, biz de kurumlar da taşın altına elimizi koymalıyız.

İlginç bir gerçekle konuya başlayalım. 45 yıl önce nakit para çekmenize yarayan ATM’lerin icadından bu yana, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki banka vezne elemanlarının sayısı giderek arttı. 1970 yılında iki katına çıkarak yarım milyona ulaşan veznedar sayısı, bugün 600 binden fazla insanın çalıştığı bir iş dalı. Boston Üniversitesi’nden ekonomist James Bessen’in kaleme aldığı “Learning By Doing” (Yaparak Öğrenme) kitabında ortaya konulan bu gerçek, akılda bazı soru işaretleri belirmesine yol açtı. Tüm bu vezne elemanları ne iş yapıyor ve neden otomasyon halen bu iş dalını ortadan kaldırmadı? soruları ise ilk akla gelen sorulardan.

Dikkat ederseniz, son 200 yılda yapılan icatların neredeyse tamamı, insan işgücünü ortadan kaldırmak ve yerini başka bir şekilde doldurmak amacı ile gerçekleştirildi. Traktörler insanların fiziksel olarak sarf ettikleri eforun yerine geçmesi için geliştirildi. Üretim bantları, düzensiz ve standardizasyon olmayan el işini, makinenin mükemmel işçiliği ile değiştirmek için tasarlandı. Bilgisayarlar, insanlar tarafından yapılan hesaplamalardaki hata payını ortadan kaldırmak amacı ile programlandı. Tüm bu icatlar amacına ulaşarak insanların zorlu ya da karmaşık işleri yapma zorunluluğundan kurtardı. Fakat buna rağmen 1890 yılından bu yana, çalışan insanların sayısı sürekli olarak artmaya devam etti. Bu da ortada bir paradoks olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor. Ürettiğimiz makineler, bizim işlerimizi bizim için yapıyor. Buna rağmen halen insanların yapması gereken çok fazla iş olması gerçeği, iki temel ekonomik prensip ile açıklanabilir: İlki insan aklı ve yaratıcılığının önemi, ikincisi ise insanların doyumsuzluğu ya da başka bir deyişle aç gözlülüğü.

Bahsettiğimiz bu iki ekonomik prensipten ilkine O-ring (O halkası) adını verelim. O-ring yaptığımız işin türünü belirler. ATM’lerin vezne görevlileri açısından iki dengeleyici etkisi oldu. Öngörüleceği gibi bu otonom makineler, vezne elemanlarının birçok işini üstlendi ve hemen her şubedeki vezne elemanı sayısı üçte bire düştü. Öte yandan, ATM’ler sayesinde yeni şubeler açmanın ucuzladığını fark eden bankalar, aynı süre zarfında şube sayılarını yüzde 40 oranında artırdı. Sonuç olarak daha fazla şube, daha fazla vezne elemanı anlamına geldi. Fakat bu vezne elemanları aslından daha farklı işler yapmaya başladı. Asli görevleri olan nakit para verme hizmetleri geri planda kaldı ve veznedarlıktan ziyade satış personeli halini almaya başladılar. Müşterilerle iletişim kuran, sorunlarını çözen ve kredi kartı, kredi ya da yatırım araçları hakkında onları bilgilendiren çalışanlar olarak meslekleri evrim geçirdi. Eskinin veznedarları artık daha bilişsel ve talepkar bir iş yapmak zorunda kaldı.

Genel olarak, bir pozisyonun alt katmanlarında otomasyona gitmek, otomasyon dışında kalanları önemsiz kılmaz. Dahası, bu durum onları daha değerli hale getirir ve ekonomik değerlerini artırır. Örnek vermek gerekirse, 1986 yılında “Challenger” uzay aracı, kalkışından yaklaşık iki dakika sonra patlayarak yeryüzüne çakıldı. Kazanın daha sonradan ortaya çıkan nedeni ise, ateşleyicideki ucuz, plastik bir o-ring halkasının, kalkıştan bir gece önce donarak korkunç bir kazaya neden olmasıydı. Milyarlarca dolarlık bu girişimde, başarı ile başarısızlık ve 7 astronotun hayatını kaybetmesi arasındaki fark, basit bir plastik halkaydı. Harvard Üniversitesi’nden ekonomist Michael Kremer, bu güçlü metaforu kullanarak o-ring adlı üretim sürecini geliştirdi.

O-ring üretim süreci, yapılacak işteki adımların birbiri içine geçmiş zincir halkaları olarak görür ve başarı için tüm bu halkaların bir arada kalması gerektiğini söyler. Bu halkalardan herhangi birisi kırılırsa, yapılacak iş, verilecek hizmet ya da üretilecek ürün başarısız olur. Bu belirsiz durumun, şaşırtıcı da olsa olumlu bir yönü bulunuyor. Halkalardaki güvenilirliğin artırılması, diğer bağlantılı noktaların gelişmesine de değer katıyor. Öte yandan, eğer üretim sürecinde birçok aksaklık ve zayıf halka bulunuyorsa, sizin sorumlu olduğunuz kısmın gücünün de önemi kalmıyor. Zira sizinki olmasa bile, halkalardan biri muhakkak kırılacaktır. Fakat tüm halkalar güçlü, dayanıklı ve işlevsel olursa, her bir halkanın önemi daha da artar. O-ring denilen ve Challenger uzay aracının görevinin felaketle sonuçlanmasına neden olan küçük plastik halka çok önemli bir halkaydı, çünkü onun dışındaki her parça mükemmel çalışıyordu.

Yaptığımız çoğu işteki O-ring aslında biziz. ATM’ler kuşkusuz insanlardan daha hızlı ve daha doğru bir şekilde çalışarak müşterilere paralarını verebilir ama bu insanların gereksiz olduğunu göstermez. Aksine, bu durum insanların problem çözme becerilerini ve müşteri ilişkilerindeki becerilerini daha da değerli kılar. Aynı mantık bir bina inşaatında, hastaya teşhis koyarken ya da çocuklara ders verirken de kullanılabilir. Kullandığımız araç gereçler geliştikçe, teknoloji bizim deneyimizin, değerlendirme becerimizin ve yaratıcılığımızın kıymetinin artmasını sağlar.

Maddi bolluk yaşamamız algıladığımız kıtlığı hiçbir zaman ortadan kaldırmadı.

Yeterince anlaşılmayan ikinci prensip ise gerçekte ne kadar iş olduğunu belirler. Bir konuda yeterince verimli bir teknoloji yarattıktan sonra, temelde o işi kendimiz için ortadan kaldırıyoruz. 1900’lü yıllarda Amerika Birleşik Devletleri nüfusunun yüzde 40’ı tarım ile uğraşıyordu. Bu oran bugün sadece yüzde 2’lerde. Bunun nedeni nüfusun azalması ya da insanların daha az yemeye başlaması değil. Yüz yıllık tarımda verimi artırmaya yönelik çalışmalar sonucunda, bahsi geçen yüzde 2’nin tüm ülkeyi doyurmaya yetecek kadar üretim yapabiliyor olması bu durumun sebebi. Bu inanılmaz bir ilerleme fakat, diğer taraftan bakacak olursak, tarım sektöründe O-ring olarak tabir edilen birçok iş bulunuyor. Yani teknoloji, işleri ortadan kaldırabilir ve tarım da buna verilebilecek bir örnek. Fakat bir tek ürün, hizmet ya da endüstri için doğru olan, tüm ekonominin tamamı için hiçbir zaman geçerli olamaz.

Sağlık ve ilaç, finans ve sigorta ya da elektronik ve bilişim gibi, çalıştığımız birçok iş alanı, yüz yıl öncesine kadar yoktu. Kullandığımız klima, spor ekipmanları, bilgisayarlar ya da akıllı telefonlar gibi ürünler, eskiden ya çok pahalıydı ya da henüz icat edilmemişlerdi. Otomasyon bizi angaryalardan kurtarıp daha fazla boş vaktimiz olmasını sağladıktan sonra, neler yapılabileceğinin farkına varıp yeni ürünler icat ettik, yeni fikirler ortaya attık ve ilgimizi çeken yeni hizmetler geliştirdik. Ekstrim yoga, macera turizmi ya da Pokemon GO gibi ürün ve hizmetler gereksiz gibi dursa da, birçok insan bu ürün ve hizmetleri talep ediyor ve onlara para ödemek için çalışmayı göze alıyor. 2015 yılında bir insan, 1915 yılındaki standartlarda bir yaşama sahip olmak için, yılda sadece 17 hafta yani normalin üçte biri kadar çalışmak zorunda. Fakat çoğu insan bu hayatı seçmiyor. Bunun yerine insanlar, teknolojik harikaları elde etmek için çok çalışmayı göze alıyor. Bu konuda ekonomist Thorstein Veblen, icatların ihtiyaçları doğurduğunu söylüyor.

Tüm bunlar, her zaman iş konusunda bolluk yaşayacağımız anlamına da gelmiyor. Otomasyon sayesinde kısa sürede çok iş yaparak kazanç elde edebiliyoruz fakat kazandıklarımızı doğru bir şekilde harcamamızı sağlayan bir kural yok ve bu aslında oldukça endişe verici bir durum. Norveç ile Suudi Arabistan’ı ele alalım. Her iki ülke de doğal kaynaklar bakımından oldukça zengin olsa da, iki ülke vatandaşlarının refahı için aynı özenle zenginliklerini kullanmıyor. Norveç demokrasinin zirvesinde. Vatandaşları hem iş hem sosyal hayatlarında huzurlu ve dünya sıralamalarında, en mutlu ülkeler arasında yer alıyor. Öte yandan Suudi Arabistan tam bir monarşi ile yönetiliyor, birçok vatandaşı kişisel gelişimlerini sürdüremiyor ve dünya mutluluk sıralamasında 35’inci sırada bulunuyor ki bu denli zengin bir ülke için kabul edilemeyecek kadar düşük bir seviye. İki ülke arasındaki fark zenginlik ya da teknoloji değil, fark iki ülkedeki kurumlar ile ilgili. Norveç toplumu için fırsatların ve ekonomik özgürlüğün olduğu bir yapı inşa ederken, Suudi Arabistan insanların sıkıntılarını göz ardı ederek yaşam standartlarını yükseltmeyi tercih etti.

Günümüzdeki problem, piyasada yeterince iş kalmaması değil. Amerika Birleşik Devletleri, 2008 yılında yaşadığı krizin ardından 14 milyon yeni iş imkanı yarattı, fakat bu işlerin çoğunluğu, pek de talep edilen işler değil. Dahası, yaratılan bu işlerden iyi olanlar için ise insanlar yeterince kalifiye değil. Durum aslında aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık denebilecek halde. Yine Amerika Birleşik Devletleri’nde ya da gelişmiş diğer ülkelerde, nitelikli eğitim gerektiren doktorluk, hemşirelik, programlama ve mühendislik işlerinde hem maaş anlamında hem de iş anlamında sıkıntı yok. Aynı şekilde, garsonluk, temizlik, güvenlik ya da evde bakım gibi eğitim gerektirmeyip az kazandıran işlerde de sorun yok. Fakat orta sınıf denilebilecek, ortalama eğitime sahip ve ortalama gelir seviyesindeki mavi yakalılar, satış elemanları ve benzeri insanlar için durum oldukça sıkıntılı ve iş bulmak gittikçe zorlaşıyor.

Bahsi geçen orta sınıftaki bu daralma pek de şaşılacak bir şey değil, zira bu gruptaki insanların yaptıkları işler kolayca anlaşılabilir kurallar ile prosedürlere bağlı ve yazılımlarla rahatça kodlanarak bilgisayarlar tarafından yapılabiliyor. Bu durumun ortaya çıkaracağı sorun ise, orta sınıfın yavaş yavaş yok olarak sınıflar arasındaki uçurumun iyice açılması ve iyi eğitimli, iyi işlerde çalışan üst sınıf ile eğitimsiz, az kazanan ve genel olarak varlıklı insanlara hizmet etmekle yükümlü bir sınıfın geride kalması olacaktır.

Umut verici olan şu ki; geçmişte de buna benzer ekonomik değişimler yaşandı ve insanlar bu değişimlerden sonra hayatta kalmayı başardı. 1800’lü yılların sonu, 1900’lü yılların başında, otomasyon tarım işlerinin çoğunu ele aldığı dönemde, tarım ile uğraşan bölgelerdeki gençler işsizlik tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Zira bu gençlere artık tarım işleri için gerek duyulmadığı gibi, endüstri için de yeterli donanıma sahip değillerdi. Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri’nde gençlerin en az 16 yaşına kadar eğitimlerine devam etmeleri zorunluluğu getirildi. Lise harekatı denilen bu proje, oldukça masraflı bir iş oldu. Sadece devlet çocukların eğitimi için para harcamakla kalmadı, okula giden çocuklar da çalışmadıkları için gelir elde edemediler. Diğer yandan ise, bu hareket Amerika Birleşik Devletleri’nde atılmış en değerli adım olarak tarihe geçti ve günümüz toplumunun temel taşlarını oluşturdu. Bunu daha iyi anlamak için 1899 yılından bir grup insanı günümüze getirdiğinizi hayal edebilirsiniz. Fiziksel olarak güçlü olsalar da, çoğunun kültür ve bilgi eksikliği, günümüz koşullarında işsiz kalmalarına neden olurdu.

Yukarıda anlatılan proje gösteriyor ki, teknolojik nimetlerden yararlanılmasını sağlayan, kurumların özellikle de okulların ön plana çıkarılması oldu. Bu devam eden bir süreç ve halen hata yapılmadan sürdürülmesi gerekiyor. Yüz yıl önce, Amerika Birleşik Devletleri bu projeyi başlatmayıp okullara yatırım yapmamış olsaydı, bugünkü kadar gelişmiş, adapte olabilen ve mutlu bir topluma sahip olamazdı. Fakat geleceğimizin makineler ya da piyasalar tarafından belirleneceğini söylemek de ahmakça olacaktır. Gelecek bizim ve kurumlarımızın eliyle şekillenecek.

Bazıları bugünün yüz yıl öncesinden farklı olduğunu belirtiyor, ki doğal olarak farklı, her dönemin kendine özgü şartları vardır. Geçtiğimiz iki yüzyılda, eğitimciler ve aktivistler birçok kez kendi kendimizi işsiz bırakacağımız endişelerini dile getirmekten çekinmediler. 1800’lü yılların başında otomasyona karşı çıkan gruplar, 1920’li yılların ortalarında Amerika Birleşik Devletleri Çalışma (Türkiye’deki karşılığı Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı) Bakanı James Davis, 1982 yılında Nobel ödüllü ekonomist Wassily Leontief ve daha birçok araştırmacı, uzman, teknoloji uzmanı ya da popüler kişi, bu tür endişelerini dile getirdi.

Fakat günümüz “kahinleri” kibirleri ile insanı şaşırtıyor. Bu insanlar kısaca “eğer gelecekte insanların ne iş yapacağını ben düşünemiyorsam, sen, ben ya da çocuklarımız da düşünemeyecek.” diyor. Bundan yüz yıl sonra insanların ne iş yapacaklarını benim söyleyememem, benim hayal gücümün buna yetmiyor oluşudur. Eğer bugünün ekonomistlerinden biri yüz yıl öncesine gidip bir çiftçiye “gelecekte tarım ile uğraşanların sayısı %95 azalacak, bu kadar insan ne yapacak sence?” diye sorsaydı, çiftçinin gelecekte insanların yazılım geliştireceğini, radyoloji uzmanı olacağını ya da yoga eğitmenliği yapacaklarını öngörmesine imkan yoktu. Bu arada, yeterince zeki bir çiftçi, büyük ihtimalle bu kadar az insanla bu kadar fazla tarım üretimi yapılmasından etkilenirdi.

Tüm bu süreç ve ilerlemeler kolay ya da acısız olmayacaktır. Fakat yaratıcılığımız ve üretkenliğimiz sayesinde ayakta kalabiliriz. Geleceğe hazırlanmak adına hem kendimize hem de çocuklarımıza yatırım yapmamak gibi bir lüksümüz yok.

 

İlginizi çekebilir

Yakın Gelecekte Yok Olacak Meslekler
Geleceğin Meslekleri Neler Olacak?
Refik Lutfi ÖZSÜLLÜ
Refik Lutfi ÖZSÜLLÜhttps://www.linkedin.com/in/refik-%C3%B6zs%C3%BCll%C3%BC-3862b8b9/?locale=en_US
ODTÜ'den mezun olmadan önce yıllarca TRT Haber gibi birçok platformda editörlük yapan teknoloji aşığı biri. İnovasyonları, girişim fikirlerini ve tüm dünyadan yenilikleri sizler için araştırıyor.
Mutlaka Okunması Gerekenler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

En Çok Okunanlar